Kürt Yabancılaşması-I
Yabancılaşma, benim kullandığım literatürde, ruhsal, kültürel, düşünce tarzı, sosyal davranış, ekonomik çıkar ve bunlara bağlı olarak tercihler açısından bağrından çıktığı sosyal ünitenin dışına çıkma, başkaları gibi düşünme ve sonuçta kimliksel bir bunalım yaşama halidir. Marksistler bunu sınıfsal açıdan ele alırken ben burada Kürt Ulusu'nun fertleri arasında, bilhassa Kuzey'de meydana gelen yabancılaşmayı ele alacağım.
Biz meseleyi tarihi olarak ele alıp uzun tahlillerin derinliklerinde boğulmamak için meseleyi cumhuriyet rejimi boyunca ele alırsak maksadımızı daha rahat arz edebiliriz kanısındayım.
Cumhuriyet'in ilanından önce Mustafa Kemal ve Arkadaşları'nın gizledikleri amaçları, bilhassa Lozan'dan sonra ard arda ortaya çıkmaya başladı. Kısacası;
1) Türkler ile Kürtler'i "bira arada tuttuğu varsayılan hilafet ortadan kalkmıştı.
2) Yeni devlet sadece Türk Etnik unsuruna dayalı olarak şekillenmeye başladı.
3) Kürt'e "vaad edilen" özerklik tamamen rafa kaldırıldı. Kürt Dili ve Kürdistan adı yasaklandı.
Bu elbette Kürt Aydınları ve dini duyguları yüksek insanları arasında şok yaratmıştı. Ama Mustafa Kemal ve Arkadaşları bununla da yetinmediler, direniş odağı olarak görülen Azadi veya daha gerçek adıyla İstiklal cemiyeti'nin üstüne yürüdü, Halid Begê Cibirî Ve Yusuf Ziya Beg'i Derdest ederek Bitlis'e götürdü. Öte yandan Zamanın Danıştay Başkanı Seyyid Abdulqadir, Oğlu Seyyid Mehmed, Kemal Feyzi, Haci Axdî, Kör Sa'di de tutuklandı. Yukarıda saydığım iki gup da idam edildi. Ardından vakitsiz başlayan Şêx Se'id öncülüklü ve bu cemiyetin devamı olanların başlattığı direniş genişledi ama en nihayetinde bastırıldı. 48 kişi idam edildi. Bundan sonrası 1938'e kadar süren direniş ve katliam süreciydi. Atatürk öldüğünde artık Kürdistan'ın eski kuşak milliyetçileri tamamen tasfiye olmuştu.. Kimi sürgündeydi, kimi ise şehit.
İnönü dönemi İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamasına rağmen, yeni kuşak Kürt okumuşlarının tamamen yeni bir hamurla yoğrulmaya başlandığı yıllardır. Bir yandan Bölge okulları açılmış, öte yandan da normal okullar, ırkçı bir eğitim programı ile yürütülüyordu. Türk Eğitim bakanlığının bildirdiğine göre:
'1942 yılına kadar, köylerde açılmış olan okulların yaklaşık olarak yarısına yakını, üç sınıflı eğitmenli, geri kalanı da beş sınıflı öğretmenli veya öğretmenli-eğitmenli okullardır. Üç sınıflı okullardan da çıkanlara dördüncü ve beşinci sınıflarda okuma imkânı verebilmek için özellikle üç sınıflı okulların çoğunlukta bulundukları bölgelerde pansiyonlu veya pansiyonsuz "Köy Bölge Okulları" açmanın yararlı olacağı düşünülmüştür.Bu okullar, yalnız eğitmenli, öğretmenli veya öğretmenli-eğitmenli olabilmektedir. Bölge okulları Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulması istenilen "Yarı Mektepleri"nin bir devamıdır'
Böylece Kürt Çocuğu daha henüz çevreye uyum sağlayamadan adeta ana kucağından koparılarak türkleştiriliyordu. Şehirlerde de paralel bir türkleştirme harekatı, okullardaki "andımız" ile, uyduruk Türk Tarihi'nin beyinlere enjekte edilmesi ile, Eski Kürt Liderleri'ni "çember sakallı gericiler", düşmanın işbirlikçileri olarak göstermeler, hurafe yayıcıları olarak kafalara çakıyorlardı. Bu kafa 1970'li yıllara kadar Kürtler arasında egemendi. Söz konusu kafayı değiştirmek için az uğraşmamıştık. Kürt Tarihi, bilhassa yakın Kürt tarihi "utanılacak" bir kesit olarak kafalara nakş edilmişti.
Yeni kuşak okumuş takımı ile aşiret insanı arasındaki uçurum gittikçe büyümeye, çatışmalı bir hal almaya başlamıştı bile. Bunun elbette maddi temelleri olacaktır. Maddi temellere oturtulmamış tahlillerin havada kalacağı açıktır.
Kürdistan ana devlet birimi itibariyle aşiret yapısına sahipti(r). Aşiret klasik feodal yapı ile izah edilemez. Çünkü feodal yapıda toprak sahibi senyör ve toprağa bağlı serfler bulunur. Kürdistan'ın bazı Güney-Batı (Amed, Ruha, Merdin, Qamışlo, Anteb) yöreleri ve bazı Güney (bilhassa Caflar) yörelerinde, 1856 Arazi Kanunu'nun çıkması ve bu arazilerin aşiret reisleri tarafından tapulanması ile Feodal yapı bir başka şekli ile oluşmuşsa da esas yapı hep aşiret olarak kalmıştır. Aşiret'in kendi kanunları, kendi ekonomisi ve kendi toprak sınırları vardır. Tecavüz halinde bu topraklar için aşiretler arası savaşlar da verilir. Yani ilkel anlamı ile devlettir bu. İşte bu aşiretlerdeki kapalı yapı, egemen kim olursa olsun (Arap, Türk veya Fars) Kürtlüğün ana çizgilerini hep muhafaza etmiş, dili korumuşlardır. Aşiret son yıllara kadar pazara açılmamıştı.
İşte Türk Devleti'nin müdahaleci duruşunun gittikçe belirginleşmesi ve bu devletin yeni bir Kürt entellektüel tipini yaratmaya başlaması ile "Türk'ün Kürdü" saydıkları entellektüellerle aşiret insanı arasındaki çelişkiler gittikçe derinleşmeye başlamıştı. Yeni Kürt entellektüel tipi ekonomik açıdan, ya maaşla, ya da iş dünyasında pazar hakimiyeti itibariyle Türk'e bağımlı hale gelmiş, aşiret insanını tutucu Kürt duruşu itibariyle küçümser duruma gelmişti. Oğul artık babasından utanır bir haldeydi.
Fakat daha da vahimi bu yeni Kürt, Türk ile karşılaştığında, kökeninin "yanlış oluşu" itibariyle büyük bir aşağılık duygusu ile kıvranmaktaydı. 1960'lı yılların en başlarında biz, (şans eseri ben, asi ve bilgili bir babanın oğluydum, bundan dolayı genel entellektüel takımına da ters geliyordum) Kürt'üz dediğimizde bu tip kişilikler bizden fellik fellik kaçarlardı. Ola ki bir Türk onları bizimle konuşurken görür de foyaları, yani Kürtlükleri ortaya çıkar diye.. Bunlar arasında en kahramanları "doğuluyum" derdi.. Doğulu'yum diyeni biz de takdir eder olmuştuk. Resmen bir avuç insan, evet sadece bir avuç insan Kürt olduğunu söyleyebiliyordu.. 49'lar bunların başında gelirdi, ama aralarında Kemalist Propagandanın etkili olduğu bazı kafaları da taşıyarak..
(devam edecek)
2005-10-10
Gorusunuz