Temel Kavramlar-I
Sayin Forum iştirakçileri
Uluslararası kabul görmüş "kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili pek çok terimi günlük hayatımızda hep kullanıp dururuz. Ama acaba bunları doğru ve yerinde mi kullanıyoruz. Ben seminer türü tartışma serisinin bu bölümünde bu terimler ve Kürt Sorunu'nun uluslararası hukukta yerini tartışmak istiyorum.
uluslararası hukukta kürt sorunu
Kürt Halkı, yerleştiği coğrafya'nın Ermeniler ve Asuriler'le birlikte en eski sakinidir. Buradaki bilinebilen geçmişleri 4000 yılı aşar. Bazan yanyana bazanda iç içe devletlerde yaşayan Kürt, Ermeni ve Asuri Halkları'nın trajedileri, yabancı Arap-İslam akıncılarının yurtlarını istila etrmesiyle başlar. Arap halifeleri, buradaki halkları asimile etmek veya inançlarından çevirmek için başta ekonomik baskı olmak üzere çeşitli araçlara başvurmuşlardı. Fakat uygulanan nisbeten yumuşak yöntemlerle bu halkları yok etmek o dönemde mümkün olmamıştır.
Türkler'in, Selçuki istilası ile bölgeye yerleşmeye başlamaları sonucu bu halkların gerçek dramları başladı. Tarihte ilk kez o dönemde, Türkler'in çabalarıyla bu halklar gerçek bir yokulma tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Bu Ortaasyalı göçmenler, müslümanlığın da sağladığı olanaklarla egemenliklerini pekiştirdikçe, zaman içinde yerli halkları tedrici olarak assimile veya eylemsel olarak yok etmeye başlamışlardı.
"Kürdistan" kelimesinin tarihin hangi kesitinden itibaren kullanılmaya başlandığını bilmiyoruz. Ama bir coğrafyayı anlatan bu terimin 10. yüzyıldan itibaren İran'ın kayıtlarında mevcut olduğu biliniyor. Sasani ve daha sonraki dönemde belli bir ölçüde İran'ı yöneten ortak iktidarlara bağlı kalan Kürtler, Türk-Osmanlı İmparatorluğu ile ilk olarak Sultan Selim döneminde karşılaşırlar. Bu padişah, İran'a karşı 1514 yılında düzenlediği seferde, Şah İsmail'e yardım edebilirler savıyla, 40.000'in üstünde Alevi Kürt'ünü katlettirdi (bazı kayıtlarda bu rakkam 70.000 olarak geçer). Tam da bu sırada Şah İsmail tarihi bir hata yaparak kendisine bağlılıklarını sunan Sun'i Kürt Beyleri'nden 11'ini tutuklar ve onların yerine beyliklerini yönetmek üzere Şii beyler tayin eder. Bunun üzerine İdris-i Bitlisi adlı bir Kürt Beyi, Sün'i Kürt Beyleri arasından imza toplayarak, bu beyliklerin Osmanlı padişahına bağlanmasını temin eder. Fakat bu bağlanma kör bir bağlanma değil, gönüllü ve pazarlığa bağlı bir birlik oluşturmadır. Buna göre beylikler içişlerinde tamamen bağımsız olacaklar. Ancak padişah, Kürdistan'a bir beylerbeyi tayin edebilecek ve doğuda, yani Kürdistan coğrafyasının doğusuna yönelik bir sefere çıktığında bu sefere asker vererek katkıda bulunacaklardı.
Görüldüğü gibi Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu'na bazı şartlarla katılmıştı, ki bu şartların en önemlisi Kürt Beylikleri'nin geniş otonom yapısının devam etmesidir. Kürt Beylikleri, Osmanlılara iradelerini teslim etmemiş, bazı şartlarla onlardan korunma sağlamışlardı.
Osmanlı-Türk Devleti'nin gerileme dönemine girmesi ile bu imparatorluğun yönetimindeki pek çok halk bağımsızlığını kazanmaya başlayınca, Türk devletinin yöneticileri endişelenmeye ve dağılmayı engellemek için çareler aramaya başladılar. Bulunan çarelerden biri de mecburi askerlik kanunuydu. Bu kanun gereğince imparatorluğa dahil olan Kürtler, 15 yıl gibi, sonu genellikle ölümle biten bir mecburi askere alma işlemine tabi tutulmaya başlandılar. Bu arada çıkarılan arazi kanunu ile, daha önceleri aşiret düzeninde, ortak mülkiyet esasına göre, yaşamakta olan Kürtler'in tapu düzenine geçmeleri ve sahip oldukları mülk üzerinden vergi vermelerii esası getirildi. O zamana kadar bağımsız yaşayan Kürtler gelişmekte olan bu tedrici ilhak adımları karşısında lokal direnişler geliştirdiler. 1800'lü yıllar boyunca cereyan eden bu direnişler her seferinde gerek Osmanlılar'ın Kürtler'i ustaca bölmesi, gerekse dış güçlerle geliştirilen bazı ittifaklar sayesinde bastırıldı. Fakat Kürtler, Türk Devleti ile, Türk Siyasi İktidarları'nın empoze ettikleri çerçeve içerisinde bir düzeni asla kabul etmediler.
A) self-determinasyonun uluslararası temelleri
a) tarihi temeller
Uluslar için sef-determinasyon fikrinin geçmişi Fransız devrimine kadar uzanır. Bu devrimin sloganlarından biri olan "les droits des peuples" alınarak zaman içinde geliştirildi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına dönüştürüldü. Bu devrimin sloganı gereği, merkezi hükümetten hoşnut olmayan bir (bölgedeki halk grubu) organize olup ayrılabilirdi (…people not content with the government of the country to which they belong should be able to secede and organise themselves as they wish). Tabii yukarıda da kaydettiğimiz gibi bu slogan daha da geliştirildi. Buna rağmen Napolyon savaşlarından sonraki Viyana konferansında halkların kendi kaderlerini tayin hakkı ciddiye alınmadı. Bu konferansta sadece Avrupa haritasının yeniden çizilmesi kabul edildi. Bunun tek istisnası, Osmanlı İmparatorluğu'na, Grekland'a karşı giriştiği saldırıları durdurması konusunda yapılan baskı oldu. Sonuçta Londra konferansında, 1930'da Grekland'ın bağımsızlığı tescil edilecekti. Self-determinasyon konsepti, esas olarak 1848 ayaklanmarından sonra Almanlar'ın, İtalyanlar'ın, Macarlar'ın ve Polonyalılar'ın uluslaşma bilinçlerinin artması sonucu uluslararası arenada can buldu ve ulusal birlik fikri ile birlikte giderek gelişti.. Bu bilinç giderek Danimarkalılar'a, Çekler'e, Slovaklar'a, Kroatlar'a ve Slovenyalılar'a sıçradı.
Avrupa insanı, ulusal devletlere beşiklik yapan bir kıta olarak, kıtanın bağrına bir hançer gibi saplanmış olarak kabul ettiği Osmanlı-Türk Devleti'ni self-determinasyon için bir laboratuar olarak görüyordu. Bu anlamda Grekland'dan sonra, Kırım savaşının ardından 1856'de Paris'te toplanan konferansta Romanya'nın da bağımsızlığının temelleri atılmış, bu ülkenin bağımsızlığı 1878-Berlin konferansında tescil edilmiştir. Öte yandan Self-determinasyon prensibinin güç kazandığı bu ortamda 1861'de İtalya birliği, 1871'de ise Almanlar kendi birliklerini sağladılar.
Öte yandan Marksistler'in ulusal soruna eğilmeleri bu konuya yeni bir ivme kazandırmaya yetmişti. Josef Stalin'in "Marksizm ve ulusal sorun" adlı yapıtının 1913'te yayınlanması ile sorunun bilimsel çözümüne yeni bir ruh geldi. Bir-iki yıl sonra bu kez Lenin'in "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" adlı eseri yayınlandı. Bu prensip, 1917'de yayınlanan "Rusya halklarının hakları deklarasyonunda ve 1918'deki ilk Sovyet anayasasında da aynen yer aldı. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı prensibini ilk uygulayan ülke olan Finlandiya 1917'de bağımsızlığını ilan etmişti. 1918'de ise bu kez Rusya'ya bağlı diğer ülkelerden Estonya, Letonya, Litwanya, Polonya, Gürcistan, Beyaz Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Fakat bunların çoğu Kısa bir süre içerisinde tekrar Sovyet egemenliğine geçti.
Marksistler'in bu konudaki teorik ve pratik kararlılık gösterilerine karşın ABD Başkanı Wilson, 8.Ocak.1918'de meşhur "14 Nokta" programını açıkladı. Bu programın bir noktası direkt olarak "bağımsız bir Polonya" fikrine ayrılmıştı. Fakat Kürtler'i en çok ilgilendiren maddesi, 5.Madde idi. Bu maddede Wilson şunları söyler:
V. "A free, open-minded, and absulutely impartial adjustment of all colonial claims, based upon a strict observance of the principle that in determining all such questions of sovereingtly the enterests of the populations concerned must have equal weight with the equitable claims of the government whose title is to be determined."
Bunun anlamı, 1. Dünya Savaşı'nın mağlup ülkeleri olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı ülkeler otonomiye doğru bir gelişme fırsatı bulmalarıdır.
Bu beyanın 12. maddesinde, Britanya ve Fransa'nın işgal etmediği bölgelerde, Osmanlı idaresi altında kalmış olan milletlere "terreddüt edilmez bir hayat güvenliği ile mutlak dokunulmaz özerk bir geliş fırsatı tanınması"ndan bahsedilir, ki bu milletler Kürtler ve Ermenilerden ibarettir. Kürtler, daha sonraki örgütlenmelerinde bağımsızlık prensiplerini hayata geçirmeye matuf kalkışmalarda hep bu prensipleri esas almışlardı. Wilson konuşmasını şu cümlelerle tamamlayacaktı:
"An evident principle runs through the whole program I have outlined. It is the principle of justice to all peoples and nationalities, and their right to live on equal terms of liberty and safety with one another."
Sonuçta yukarıdaki çerçevede 1. Dünya Savaşı'nın mağlupları cezalandırıldı, sömürgeleri geniş ölçüde paylaştırıldı. Örneğin; 1919'da Almanya'nın Afrika'daki sömürgeleri, Büyük Britanya ve Fransa ile birlikte Belçika ve Güney Afrika Birliği tarafından, Pasifikteki sömürgeleri ise Britanya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya tarafından paylaştırıldı. Bu arada bizim için önemli olan Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı sömürgeleri bir yıl sonra imzalanan Sévres Antlaşması gereğince Fransa, Britanya, İtalya ve Grekland arasında paylaştırıldı. Bu arada Osmanlı'ya bağımlı ülkeler olarak sadece Kürdistan ve Ermenistan paylaşılmamış bir şekilde kalmıştı. Bu ülkelerin milletleri hiç bir surette iradelerini Osmanlı'ya ve onun devamı olan Mustafa Kemal Cumhuriyeti'ne teslim etmemişlerdi.
Devam edecek
2004-10-29
Gorusunuz