Yazilarim / Yankilar



Zerdüşt Öğretisi Öncesi ve Zerdüşt Öğretisinin Aleviliğe Etkisi

Medyalı'nın Antik Kürdistan'da Dinsel yapılanma, Zerdüşt ve Öğretisi adlı çalışmasında yer verdiği Zerdüşt öğretisinin derlendiği ve kutsal kabul edilen kitabi olan Avesta'dan yaptığı yukarıdaki aktarma Alevi inançlarının özü ile bir benzerlik göstermekte ve "eline, beline,diline sahip olma" anlayışı yanı sıra oruç konusunda Alevilerin tutumlarını da aydınlatmaktadır.

Aşağıdaki yazının sahibi olan Hasan Kaya Dersimli olup uzun süredir İsviçre'de yaşamaktadır

Erzincan il sınırları içinde bulunan Ağır Göl, bu bölgedeki Aleviler Kızılbaşlar için kutsal kabul edilir. Yılın beli bir zamanında bu gölü ziyaret eden bölge Alevileri göle adaklar adar kurbanlar keser, hastalar suyunda yıkanarak iyileşmeyi umut ederler. Ağır Gölün güzel de bir öyküsü vardır. Söylenceye göre yoksul bir köylü yaşlı ve işe yaramaz atıyla gölün oradan geçerken dinlenmek amacıyla mola verir. Atını bir ağaca bağlıyan köylü ağaç gölgesinde uyumaya çekilir. Tam bu sırada gölden beyaz bir aygır çıkıp atıyla çiftleşir ve tekrar gölün sularına dalarak kaybolur. Köylü hayretler içinde oradan ayrılır. Ardından köylünün atı bir zaman sonra çok güzel bir tay dünyaya getirir. Tayın güzelliği herkesi şaşırtır ve dillere destan olur. Bu tayın sırını öğrenmek isteyenler bir türlü bunu öğrenemezler. Köylü ertesi yıl tekrar aynı gün gölle gider ve bir önceki yıl olduğu gibi atını bir ağaca bağlıyarak dinlenmeye çekilir. Az sonra gölden aynı yağız aygır çıkar gelir. Ancak bu sefer köylünün atıyla çiftleşmek yerine atın yanında duran tayı da beraberinde alır ve gölün sularında kaybolup gider.

Bu söylence yöre halkı tarafından hala anlatılır. Yöre halkı bu söylenceyi anlatırken süslemekten de geri durmaz. Vurgu yapılan noktalardan en önemlisi köylünün taya sahip olmadan önce mütevazı, kendi hallinde ve iyi bir insan olmasıdır. Ancak köylü dillere destan olan taya sahip olduktan sonra değişir, kendisine verilenle yetinmeyen hırslı ve açgözlü bir insan olur. Bundan dolayı da ikinci sene tekrar aynı yere gider ve yeni bir tay sahibi olmayı ister. Köylü bu değişiminin bir sonucu olarak cezalandırılır.

Bu söylencenin tek başına bir anlamı olmadığını ve bilinen Alevilikle bir ilişkisi olmadığını görmek zor değil. Ancak bu söylencenin benzerlik gösterdiği bir başka söylence var. Bu yanıyla ilginç olan söylence diğer yandan da Kızılbaş Alevilerin inançlarının öğelerini göstermesi bakımından anlamlıdır. İslamiyet'le yakından uzaktan bir bağ kurulması olanaksız böyle onlarca olgu sıralamak mümkün.

Biz şimdi bir başka mitolojik söylenceyi aktararak iki söylence arasındaki benzerliği gözler önüne sererek devam edelim.

“Vata «Harahvati Aredvi Sure» ; yani sulara hükmeden bir tanrıyı ifade eder. Vata'nın Sanskrit karşılığı Saavatidir. Harahvati, dünyayı çevreleyen Vırukuşa denizinden çıkıp, dünyanın merkezindeki yüce bir dağdan vadilere fışkıran mitsel bir nehirdir. Bu denizden her ülkeye su taşıyan başka nehirler de kaynaklarını alırlardı. Bulutların her yıl denizden yağmur bulutları alması, Aryanlar'ın İştrya adını verdiği Sirrus yıldızının işiydi. Mitolojiye göre gökyüzünün bu en parlak yıldızı, her yıl beyaz ve çok güzel bir aygır kılığına girerek Vourukaşa'nın kıyısına iner. Fakat burada onu, kılsız siyah ve çok çirkin başka bir aygırın kılığına girmiş olan yer ifriti Apaşa karşılardı. İkisi, yani iyi ve kötü burada kıyasıya bir mücadeleye tutuşurlardı. Eğer geçmiş bir yıl boyunca insanlar Tiştrya'ya yeteri kadar tapınmış, ona kurbanlar sunmuşlarsa o güçlenir ve kötü ifriti; Apaoşa'yı yenerdi. Ama aksine bu tapınmalar ve kurbanlar savsaklanmışsa iyi ruh yenilir, kuraklık olurdu. Tiştrya'nın galip geldiği zamanlar dünyanın yedi iklim bölgesinde bereketli yağmurlar yağardı.”[1]

Uzun olan bu aktarmaları okuru sıkması pahasına buraya almak zorunda kaldık. Çünkü biri bu gün hala sürdürülen ve Kızılbaşların inançları içinde kabul gören bir söylence, diğeri ise binlerce yıl gerilerden gelen bir inancın söylencesi.

Her iki söylence arasındaki benzerlik ilk bakışta hemen görülmekte. Aradaki farklılıklarda zaman içinde oluşmuş farklılıktır. Geçmiş inançların ve söylencelerin günümüze kadar hiç değişmeden ulaşabilmesi zaten olanaksız bir olgudur. İnsanlar geçmiş inançlarını günün koşularına ve o an inandıkları ve güne damgasını vuran inançları içine aktarırken ve onun içinde eritip harmanlarken onu bire bir yaşatmak gibi bir kaygıları olamaz. O inançlar geçmişte sahip oldukları güçleri oranında bir değişikliğe uğrarlar ve böylece yeni inançlar içinde yaşamaya devam ederler. Bu bir anlamda geçmişin yaşama direnci olarak da tanımlanabilir.

M. Sırac Bilgin'den aktardığımız söylencenin bir başka Alevi Kızılbaş inancıyla da benzerlikler gösterdiğini aktarmadan geçemeyeceğiz. Bu da ; 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan Hızır - İlyas günü ile olan benzerliğidir. “ Bu gece denizlerin ermişi İlyas'la karaların ermişi Hızır buluşacaklar. Hızırla İlyasın buluştuğu an, biri mağruptan, biri maşrıktan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızır'la İlyas'ın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızır'la İlyas birbirlerinin elini tutarken onlarda birleşirler, tek bir yıldız olurlar. Hızırla İlyas'ın üzerine ışık olup sağrılırlar. Hızır'la İlyas'ın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur, akar sular kırp diye oldukları yerde donmuşçasına durur kalırlar, yeller esmez, denizler dalgalanmaz, yapraklar kıpırdamaz, damarlardaki kan akmaz, kuşlar uçmaz, arıların kanatları titremez. Her şey durur, hiç, hiç bir şey kıpırdamaz. Yıldızlar akmaz, ışıklar yürümez. Dünya bir an için ölür. Sonra her şey birden uyanır, dehşet bir yaşam patlar.”[2]

Hızır'la İlyas'ın buluşacağı bu gece öncesinden Kızılbaşların adına “Hızır Orucu” dedikleri üç günlük bir oruç tutarlar. Kızılbaş inançları içinde oldukça ayrıcalıklı bir yeri olan Hızır'la İlyas'ın buluşması inancın temellerinden sayılır. Yine yaygın inanışa göre insanlar inanışlarında samimi kalmışlar ve yeteri kadar dualar ve andaçlar sunmuşlarsa tanrıya bunun karşılığında Hızır tarafında ödüllendirilirler. Bu gece su başlarına gidilir dualarla Hızır'dan bolluk ve bereket dilenir. Evlerdeki tüm yiyeceklerin üzeri açılır. Hızır'ın gelip elini değeceği yiyecekler ve gelip uğrayacağı hanelere bolluk bereket geleceğine inanılır. Genç kızlar ve oğlanlar bu gece sevdiklerini rüyalarında görürlerse her şeyin gönüllerince olacağına inanılır. Kimin ne isteği varsa bu gece dile getirilir ve Hızır'dan bu dileğin gerçekleşmesi için yardım istenir. Çocukluğumuzdan kalan anılar içinde hatırladığımız kadarıyla ev isteyenler çakıl taşlarından bir ev şekli yapıp dileklerini Hızır'a bildirirler.

Burada altını çizemeden geçemeyeceğimiz nokta: Ne Hızır'la, İlyas'ın buluşması ne de insanların Hızır'dan beklentilerini İslâm içinde kalarak açıklamanın olanağının olmadığıdır. Hızır'la İlyas olayının kendisi ve insanların beklentilerinin İslâm içinde kalarak açıklayacağımızı sağlayacak her hangi bir kanıt bulmak olanaksızdır. Ancak bütün bu uygulamalar ve anlatılanlar bölge insanlarının yukarıda andığımız Zerdüşt öncesi inançları ve söylenceleriyle büyük benzerlik içermektedir.

Aleviliğin temel felsefesini yansıttığı söylenen " Eline, beline, diline sahip olma" anlayışı aşağıda göstereceğimiz gibi Zerdüşt inancının da temel anlayışlarından biridir.

"Bizim dinimizde yemeden bir gün geçirmek günahtır. Bizim için oruç; gözle, dille, kulakla, elle, ayakla işlenen günahlardan uzak durmaktır."[3] Dr. M Medyalı'nın Antik Kürdistan'da Dinsel yapılanma, Zerdüşt ve Öğretisi adlı çalışmasında yer verdiği Zerdüşt öğretisinin derlendiği ve kutsal kabul edilen kitabi olan Avesta'dan yaptığı yukarıdaki aktarma Alevi inançlarının özü ile bir benzerlik göstermekte ve "eline, beline,diline sahip olma" anlayışı yanı sıra oruç konusunda Alevilerin tutumlarını da aydınlatmaktadır.

Aleviliğin özelliklede Alevi Kızılbaş inancının kaynakları arasıda olan Zerdüşt inancı elbette tek ve öncelikli kaynak değildir. Bu konuda farklı düşünceler ileri sürülmüştür. Yazar ve araştırmacıların politik tercihleri ve savundukları ideolojiler itibarıyla farklı kaynakları öne çıkardıklarını belirtip devam edelim.

Yapılan çalışmalara yol gösteren kaygılar ne olursa olsun ileri sürülen tüm savların beli oranlarda doğru olduklarını teslim etmek gerekir. Aleviliğe kaynak olan eski inanç ve kültürlerin hangileri olup olmadıkları Yaşayan Alevilik açısından pek bir değer taşımaz. Önemli olan Aleviliğin özgün olduğunu kavramak ve bu inanca mensup insanları bir yerlere mal etmeden anlamaya çalışmaktır.

Beli bir düşünceye sahip insanların objektif olmaları oldukça zordur. Aleviliğin kaynakları konusunda olanda budur. Alevi düşünce ve inançları da her düşünce ve inanç gibi kendisinden önce var edilmiş düşünce, inanç ve kültürlerden etkilenmiştir. Değişik zamanlarda değişik düşüncelerin etkisi altında kaldığı da söz konusudur. Aleviliği etkileyen kaynağı bire indirmek diğerlerini yadsımak sanırım Aleviliğe yapılacak bir haksızlıktır. Onun zenginliğini gözlerden uzak tutmak anlamına da gelebilecek bu yaklaşım hiç bir nedenle kabul edilemez. Aleviliği bir kaynaktan etkilendi göstermek, onu bir bütünmüş gibi sunmak Aleviliğe hizmet etmekten uzak bir anlayıştır. Bu tür yaklaşımlar Aleviliğe sadece zarar vermekten başka bir işe yaramazlar.

Bizim yaşadığımız ve gözlemlediğim bazı noktalar Aleviliğe özellikle Kızılbaşlara Zerdüşt öncesi bölgenin inançlarından olan bir çok inanış biçimi biraz değişerek geçmiştir. Kızılbaşların güneşe olan yaklaşımları bu alandaki en güzel örneklerden biridir. Hâlâ Dersim bölgesi insanları sabah güneşine dualar eder ve güneşin ilk ışıklarının vurduğu duvarı öperler. Dolunayın Fatma Ananın yüzüne benzetilmesi de bir başka ilginç yandır. Zerdüşt öğretisi öncesi bölge inanışlarına göre güneşin yer yüzündeki temsilcisi olan ateş de beli bir kutsallık içermektedir. Ocaktaki ateşin söndürülmemesine dikkat edilir. Ateşe su dökülmez, ateş ile ilgili dua ve bet-dualar Kızılbaşlar arasındaki en ağır dua ve bedduaları oluşturur.

"Ateşin kararsın" şeklinde tercüme edilebilecek "Adırı du sahe biyo" bet duası edilebilecek en ağır beddualardan biridir. Kızılbaş Alevilerde ateş hala kutsallığını korur. Bu bağlamda ocaklarda kullanılan, üzerine kazan, ekmek yapmak için sac konan sacayağı üç ayaklıdır. Bu sacayağının ortalıkta bırakılması gelişi güzel bir yere konması hele hele ayakları havada olacak şekilde yere bırakılması uğursuzluk kabul edilir ve bundan özenle kaçınılır. Bu sacayağının neden üç ayaklı olduğu (bunun dört ve daha fazla ayaklısına biz hiç rastlamadık) düşünülmeye değer. Bu sacayağının kutsala yakın değerinin üç sayısıyla bir ilişkisi olduğunu düşünmek sanırım yanlış olamaz. Alevilerdeki Allah, Muhammet, Ali üçlemesinin kaynağı hakkında da bize bir düşünce vermektedir bu.

Üçle ilgili inanışlar bölgede oldukça yaygındır. “Eski Aryanlar urvanın, yani ruhun ölmezliğine inanırlardı. Ölümden sonra yeni bir hayat başlardı. Fakat urvan ayrıldığı cesedi üç gün terk etmezdi, ki bu üç gün, onların ahretle ilgili inançlarına bakılırsa çok önemli bir süredir."[4]

Yine üçlü inanışa bir örnek olabilecek bir başka olayda Zerdüşt'ün doğumunu anlatan söylencedir. “Zerathustracılar'un inançlarına göre peygamberlerinin doğumu da üç mucize gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi dünyanın kuruluşu daha henüz tamamlanmadan, yani iyi ile kötü birbirinden ayrı olarak yaşarken ve Ahura Mazda sadece parlak ışıkların bulunduğu makamındayken oradan çıkan şeref dolu ilahi ışıltıdır. Bu ışıltının halesi, daha sonra büyük insanı doğuracak olan Dughdova'ya ulaşmıştı. Bu ışıltı doğuma kadar Dughdova'nın başında bir hale gibi duracaktı. İkinci mucize element, koruyucu ruh idi, ki Vohu Menah tarafından gökyüzünden taşınarak yere indirilmiş ve bir adam boyundaki bir Homa çalısının içine konmuştu. Bu bitki yavruları daima yılan tarafından yenmekte olan bir kuşun yuvasının içinde boy vermiş ve bundan böyle kuşun yavrularını yılandan korumuştu. Homanın içindeki koruyucu ruh Pouyuşasapa, Dughdova ile evlendikten sonra baş melek tarafından bu çalıdan geri alındı. Bu kutsanmış çalı, daha sonra Pouruşasapa'ya malum olan iki melek tarafından Dughdova'ya iletilmesi amacıyla bir asa şeklinde verildi. Dughdova bu asayı doğuma kadar yanından ayırmayacaktı. Bu koruyucu ruh, Dughdova'nın Kutsal Bebek'ini şeytani güçlerin saldırısından koruyacaktı. Üçüncü mucizevi element, büyük insanın Maddi Özü idi. Sütün elementlerinden oluşan bu Öz, su ve bitkiler vasıtasıyla veya baş melekler Xurdar ve Murdat vasıtasıyla peygamberlerin ebeveynlerine intikal etti. Tüm bu mucizevi üçlü, yani: ilahi şeref, koruyucu ruh ve Maddi Öz bir bütünlük oluşturdu ve Peygamberleri Şeytani güçlerden koruyarak dünyayı gelememesini sağladı.”[5]

Bu uzun aktarmaların üçlü inançlara örnek olmasından başka, şimdi sözünü edeceklerimiz olgular için de gerekiyordu. Yoksa okuru sıkmak gibi bir niyetimiz elbette ki yoktu. Bizim yaşadığımız ve gözlemlediğimiz bazı gerçeklere geçmeden Dersim de çok yaygın olarak kullanılan bir öz değişi buraya aktarmak istiyoruz. Dersimliler "Uçan kuş dahi korunmak için varıp bir çalıya sığınır !" derler. Bu özdeyişin kendisi yukarıya aldığımız alıntıda ki olayın özlü anlatımından başka bir şey değildir.

Buradan hemen Alevi Kızılbaş Dedelerinin elinde taşıdıkları Asanın, Pouruşasapa'ya malum olan iki melek tarafından Dughdova'ya iletilmesi amacıyla kutsanmış çalı Homa'nın asa şeklinde verilmesinden başka bir şey olmadığını düşünüyoruz.

Eskiden tanık olduğumuz bir olayda Kızılbaş Dedelerinin Şilan ( Kızılcık) çalılığından yaptıkları bir çember içinden çocukları geçirmeleridir. Böylece onları başlarına gelebilecek kötülüklerden hastalık ve kazalardan korumaya çalışılırdı. Mitolojik Homa çalılığının bu çalılık olup olmayacağı konusunda elimizde hiç bir veri yok ama bu benzerliklerin yinede şaşırtıcı olduğunu hemen söylemek gerekir.

Her Kızılbaş köyünde kutsal olan bir çalılığın olduğu bununda genelde Şilan olduğunu da biliyoruz. Kızılbaşlar bu çalılıklara işenmesini, pislik atılmasını iyi karşılamazlar. Rahatsız olan çocuklar için ip bağlayan Dedelerin çocukların rahatsızlıklarını çoğu zaman çalılığa işediğine yorduklarına tanık olduk.

Homa hala Dersim Kızılbaşları arasında bir tanrı olarak anlam farklılığı geçirmişte olsa yaşamakta. “Kürtçe'nin Zazaki lehçesinde “Allah” yerine kullanılıyor. Halk hala “Homa seni korusun” (Homa twı pawu) “Homa bilir” ( Homa zono) “Homa büyüktür” (Homa pilo), “Homa seni alsın” (Homa twi bigyor) gibi”[6] söylemlerle yaşatmaya devam ediyor.

Havayı temsil eden rüzgar tanrısı Vayu olarak adlandırılırdı ki bugün Zazaca aynı şekilliye hala mevcuttur. Tanrısallığı pek kalmamakla birlikte Kızılbaşlar arasında hala saygın bir yeri vardır. Harmanda samanla taneleri ayırmak içinde olsa onun gücüne gereksinim duyarlar. Ancak geçmişte ki gücü sanırız bununla sınırlı değildi.

Suların tanrısı Tistry. “Batı ve Bilim dünyası bu yıldıza Sirius olarak tanır. O Grekler'in “Köpek Yıldızı”, Mısırlılar'ın “İsis'ın Ruhu” dedikleri yıldızdır. Zaza Kürtleri “Astaré Payızi”[7] der ve çok saygı gösterirler” Suların Alevi Kızılbaş inançlarında etkin bir önemi olduğunu söylemeye dahi gerek yok. Bunu zaten çalışmamızın içinde verdik. (5 mayısı 6 mayısa bağlayan gece Hızır ila İlyasın buluşmasını anımsayın )

Bütün bu ve buna benzer bir çok benzerlik bize Kızılbaşların Zerdüşttan daha çok Zerdüşt öncesi bölgenin hakim inanışlarından etkilendiğini ve bu etkiyi bir şekilde bugünkü inançları içinde erittiklerini göstermekte.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 28-29

[2] Yaşar Kemal Binboğalar Efsanesi. Sf. 15-16

[3] Antik Kürdistanda Dinsel Yapılanma Zerduşt ve Öğretisi, Dr.A Medyalı sf 30 (Sed Dar, 1xxxiii)

[4] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 33

[5] Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim, M. Sıraç Bilgin, sf. 46

[6] Proto-Kürt Bir Peygamber Zerduşt, M. Sıraç Bilgin sf. 26

[7] Proto-Kürt Bir Peygamber Zerduşt, M. Sıraç Bilgin sf. 26

Kaynak:

http://istanbul.indymedia.org/news/2005/10/72835.php